Silifke’de dünyaya gelen, ilkokulda sarhoş bir iğnecinin topal bırakması ile bir yıl boyunca yürüme zorluğu çeken Doğan Cüceloğlu; çocuk yaşta annesini kaybetti.

1938'in Şubat’ı, Mersin'in Silifke ilçesi ve Mukaddem Mahallesi... Doğan Cüceloğlu nasıl bir evde doğdu?

Becilli Sokak, No:1. Benim doğduğum ev, bir çıkmazın içindeydi. Böyle geniş bir kapıdan avluya giriliyordu. Sol tarafta bir tek oda vardı. Sağ tarafta iki katlı bir ev vardı ve ahşaptı. Ondan dolayı yürüdüğün zaman ‘gıcır gıcır gıcır gıcır’ sesler duyuluyordu. Hatırlıyorum, o iki katlı evin alt kısmında beton vardı. Tabii çocukluk gözümle baktığım zaman çok büyük gözüküyordu bana. Şimdi çok çok eskimiş durumda. Her Silifke'ye gidişimde ziyaret ederim ve bütün anılar geri gelir.

11 çocuklu bir ailenin son, annenizin 6. çocuğusunuz. Anneniz, babanızın 3. eşi. Bu durum evde nasıl bir ortam oluşturuyordu?

Babam ilk eşi Behiye Hanımla evlenmiş ve ondan 5 oğlu olmuş. Behiye annemiz rahmetlik olmuş. Ondan dolayı komşulardan başka birini bulmuşlar. Ve babam tahmin ediyorum daha hala 34-35 yaşlarındaymış. Onunla evlenmiş fakat o da doğum anında vefat etmiş. Yani babam bayağı çile çekmiş. Benim annemin de ikinci eşiydi babam. Annem 19 yaşındayken bir kadıyla evlendirilmiş. Kadı da 60 yaşında mı neymiş. Yani böyle bir nevi toplumsal tarih çıkıyor incelediğin zaman. Ve annemin ondan çocuğu olurken ölü doğmuş, ondan sonra o kadı vefat etmiş. Annem genç dul bir kadın olarak Silifke'ye gelmiş. Ve o muhit babamı münasip görmüşler. Böylelikle annem 5 oğlan olan eve gelmiş. 6 tane de işte olmuş... Annemle ilgili abimler konuşurken hatırlıyorum böyle, ‘Bizi hiç ayırt etmedi. Allah rahmet eylesin. Bizi bağrına bastı. Biz annesiz büyümedik' derlerdi. Büyük bir sevgi vardı. Annemin adı Zehra'ydı. Ve annem hakikaten tipik Anadolu kadınının anneliği içerisinde sevgiyle şefkatle yaptı. Ve ben o bakımdan çok şanslı hissediyorum kendimi.

Tavuğumuz vardı, kedimiz, köpeğimiz vardı, ineğimiz vardı, eşeğimiz, akrebimiz, çiyanımız hepsi vardı...

Evde çok kardeş olmanın getirdiği farklı bir hava olsa gerek. Nasıl etkiledi sizi bu durum?

Tabii o zaman farkında değilim ben ama şunu görüyorum şimdi geriye dönüp baktığım zaman. Ben bir çocuk ortamında büyüdüm ve bana göre gayet sağlıklı. Yani büyüklerin denetiminden ziyade çocukların arasında oynayarak hayatı öğrendim. O bakımdan benden beklentiler, kıyaslamalar olmadı. Ve ben bütün etkileşimlerimi abimlerle, ablamlarla yaptım. Onlar ilkokuldayken, ortaokuldayken bir nevi öncü gibiydiler. Ve böylelikle ben o dersleri falan dinlerdim.

Soba yanardı, elektriğimiz yoktu. Lamba durumu vardı. Doğanın içerisindeydik. Tavuğumuz vardı, kedimiz vardı, köpeğimiz vardı, ineğimiz vardı, eşeğimiz vardı, akrebimiz, çiyanımız hepsi vardı. Böylelikle, avar derdik. Marulumuzu, patlıcanımızı, domatesimizi, biberimizi kendimiz yetiştirirdik. Kuyudan su çekerdik. Akarsu da yoktu. Sucu Ellez içecek su getirirdi Göksu Irmağı'ndan. Ve öyle bir yolculuk içerisinde büyüdüm.

Yemek yerken kaşığımı çok doldurmaya korkuyordum

İlkokulda yaşadığınız bir ayakkabı hikayesi var. Neden bu kadar zorlandınız bunu babanıza iletmekte?

11 çocuk ve babam işte... Babam, şair ruhlu birisiydi ama iyi bir esnaf değildi. Ve evde bu sıkıntılar söz konusu olurdu. Yani ‘ne olacak, dükkan battı batacak’ hadisesi. Ben de doğuştan tahmin ediyorum hassas, biraz içe dönük birisiyim. Yani aynı kaptan yemek yiyoruz. Yani hatırlıyorum böyle kaşığımı çok doldurursam 'Ne o lan bedava buldun yiyorsun' söyleyeceklermiş gibi geliyordu bana. Onu bile çok doldurmuyordum böyle, sıkılıyordum. Onu için yeni ayakkabı, yeni elbise konusunda hiçbir beklentim yoktu.

Öğretmen rahmetlik, Muazzez Aktolga, aileyi tanıyan birisiydi. Bir gün “Evladım, çok eski senin ayakkabının değişmesi lazım” dedi böyle. Ben de nasıl söyleyeceğim bunu. Abdullah abim çalışırdı dükkanda, ona nazım daha çok geçerdi. Babamdan çekiniyorum. Köşede bekledim, ‘acaba babam gider de Abdullah abim yalnızken gidip söyleyebilir miyim?’ diye. Karşıda kunduracı İbrahim bakarmış böyle “Bu Cüceli Sami’nin oğlu, en küçük oğlu değil mi?”. “Evet.” “Çocuk bekliyor.” Böyle bakıyorum, bekliyorum falan. Haber göndermiş. “Sizin en küçük oğlan köşede bekliyor” diye. Ondan sonra Abdullah abim geldi. “Doğan niye bekliyorsun?” dedi. “Niye bekliyorsun burada” dedi. Ben de “Öğretmen benim ayakkabılarıma eski dedi, bekliyorum söylemek için” dedim. Sonra “Gel” falan dedi. Babam “Nedir?” dedi. “Öğretmen ayakkabı al dedi” dedim. Babam baktı böyle “Evet.” dedi, anladı.

Şair ruhlu birisiydi, “Tamam oğlum” dedi. Şimdi öyle olunca, halen öyledir yani. “Ayakkabın oldu mu, ayağına oldu mu?” “Hayır olmadı, başka deneyelim” diyecek değilim. Yani çok ayakkabı vururdu ayağımı bir türlü ‘bu olmadı başkasını denemek istiyorum’ diyemezdim. ‘Ulan bulmuşsun işte yeni ayakkabıyı giy’ gibi bir durum vardı. Şimdi yavaş yavaş onları çok şükür hallettim. Ve benim gibi çok insan var Türkiye’de. Onların halletmesine yardımcı olmaya çalışıyorum.